Bilim Nedir, Nasıl Yapılır, Kimler Yapar?

Bilim Nedir, Nasıl Yapılır, Kimler Yapar?

Bilâl AYDEMİR Makine Mühendisi (Ar-Ge Departmanı) – Duyar Vana Makine Sanayi A.Ş.

Bilim Nedir, Nasıl Yapılır, Kimler Yapar?

Dünya teknik ilerleme ile değişiyor. Özellikle bilgisayarların gelişmesi ile ivme kazanan bilgi çağı, değişimin hızını daha da artırdı. Oysa eskiden bu süreçler çok daha yavaş gerçekleşiyordu. Örneğin, Orta Çağ Batı toplumlarında Rönesans ve Reform’un ortaya çıkmasıyla son bulmuş olsa da tarım odaklı üretim sistemi değişimin hızlı gerçekleşmesine engel oldu ve yaklaşık bin yıl sürdü. Dönüşümü asıl hızlandıran sanayi devrimleri oldu. Tarım ve el becerisine dayalı üretim sisteminden endüstriyel makine üretimine geçilmesi değişimin hızlanmasını da beraberinde getirdi. Böylelikle, insanlığın binlerce yıllık uzun tarihi dikkate alındığında, dünyadaki değişimin hızlanmasını yaklaşık 300 yıllık bir olgu olarak görmek mümkün.

Kimi zaman günümüzü daha iyi anlamak için gerilere gitmekte fayda var çünkü bugün 1 haftada olup biten bir olay 500 yıl önce 1 yıl sürebiliyordu ve bu geniş zamana yayılım ise bir takım olguların temelini anlamakta bize fazlasıyla yardım etmekte… Nasıl mı?

6 Eylül 1522 günü bir hayalet gemi Sevilla limanına çıkmak üzere Guadalquivir Nehri’nin girişine yanaşır. Boyası dökülmüş, yelkenleri yırtılmış, halatları çürümüş ve her haliyle sürekli su aldığı belli olan geminin güvertesinde elbiseleri yırtık, avurtları açlıktan çökmüş, vücutları yara içinde on sekiz gemici boş bakışlarla tam üç yıl önce demir alıp okyanuslara açıldıkları bu sulara bakmaktadır. Sevilla’da karaya çıplak ayak çıkıp ellerinde tuttukları mumlarla Santa Maria Katedrali’ne yürür ve bu yolculuğu sağ olarak bitirdiklerinden dolayı dua ederler.

Victoria gemisinin bu on sekiz kişilik mürettebatı, 1519 yılında Macellan’ın beş gemi ve iki yüz elli kişiyle çıktığı büyük keşif gezisinden geriye kalanlardır. Aralarında Macellan yoktur.

Ama biz hikâyemize baştan başlayalım.

İpek Yolu’nun biz Türklerin eline geçmesiyle Avrupa’nın Doğu dünyasıyla olan ticareti zora girmişti. Deniz yoluyla Baharat Adaları’na giden bir yol bulmak ve bu yolun imtiyazını kullanarak Avrupa’nın en zengin ülkesi olmak hayali iki komşu ülke İspanya ve Portekiz’i denizlerde yüzyıllarca sürecek sert bir rekabete sokmuştu.

İspanya ve Portekiz’in bu rekabet sonucu denizlerde yaşadığı maceralar “bilim nedir, nasıl yapılır ve kimler yapar” sorularının inceleneceği doğal bir tarih sahnesidir. Biz de bu sahnede iki perdelik bir oyun izleyip günümüz bilim dünyası ve hatta üniversite dünyası hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. İşte birinci perde;

Tanıtım Broşürü

Tiyatroya girerken elimize bir tanıtım broşürü tutuşturulur. Oyun hakkındaki ilk izlenimlerimiz burada oluşur. Bizim oyunumuz da bilimsel buluşlar hakkında. Her zaman olduğu gibi önce büyük paralar yatırılarak bir oyun sahnelenir. Yatırımcı dışında herkes parasını peşin almıştır. Eğer oyun tutarsa diğerleri için bu bir övünç kaynağı, yatırımcı içinse para kaynağıdır. Bilimde de durum aynen böyledir.

En önemli konu projeye o büyük parayı yatıracak kurumu bulmaktır.

Bilimsel araştırmalara parasal destek bulmak için bazen yalan söylenir. Proje ne kadar büyükse yalan da o kadar büyür. Sözünü ettiğim yalanların “başarılı olursa projenin ülkeye ne gibi bir maddi yararı olacak” sorusuna verilen, alışılmış ve kimsenin zaten okumadığı uyduruk cevaplarla ilgisi yoktur. Bu yalanlar projenin olabilirliği üzerine, bilinen tüm gerçekleri görmezden gelerek kurgulanmış masallardır.

Üstelik bu yalanlara ilk inananlar da projeyi önerenlerdir. Bilimsel araştırma “acaba ne çıkacak” merakıyla yapılır. Oysa öyle projeler vardır ki araştırmacı belli bir sonucun çıkmasını çok istediği için o sonucun imkânsız olduğunu gösteren hiçbir bilimsel gerçeği algılayamaz.

Aklımıza hemen gelen olay Fleischmann ve Pons’un 1989’da soğuk füzyon gerçekleştirebilecekleri iddiasıyla milyonlarca dolar harcaması ve hiçbir sonuç elde edemeyişleridir. Tüm bilim dünyası bu projenin başarıya ulaşmayacağını en baştan söylemesine rağmen “ya tutarsa” deyip bu projeyi destekleyen saygın kurumlar çıkmıştı. Öyle ya, yaban arısının da klasik aerodinamik yasalara göre uçamaması gerekir ama o bunu bilmediği için uçar. Bilim biraz da, yaban arısının yaptığı gibi, bilgi ile dogma arasındaki farkı göremeyenleri mahcup etmekten zevk alma oyunudur.

Tarihte bu çapta bir yalan atıp da maddi destek bulan ilk kişi herhalde Kristof Kolomb’dur. 6 Eylül 1492’de Kanarya Adaları’ndan Atlantik Okyanusu’na yelken açtığında önünde devasa bir bilinmezlik, arkasında da İspanya Krallığı’na atılmış koca bir yalan vardı.

Birinci Perde:

İlk Kahramanımız Kristof Kolomb, zamanının diğer denizcileri gibi hep batıya giderek Hindistan’a varılması gerektiğini biliyordu. İşte birinci perdenin en heyecanlı yanı bu “olması gereken” ile “gerçekte olan” arasındaki farkı araştırma sürecidir.

Dünya’nın büyüklüğünü daha MÖ 2. yüzyılda Eratosthenes hesaplamıştı. İpek Yolu’nda yapılan seyahatlerden ve Marko Polo’nun yazılarından elde edilen bilgilerle Avrupa ve Asya’nın dünyanın ne kadarını kapladığı biliniyordu. Dünya’nın kalan kısmını da olsa olsa Batı Avrupa’yla Çin arasında olduğu düşünülen o koca deniz kaplıyordu. Fakat o zamanın gemileri bu yolculuğu yapacak teknolojiye sahip değildi. Sadece yelken gücüyle giden bu gemilerin dört beş ay süreceği tahmin edilen bu yolculuk için gereken yiyecek ve içecekleri bozulmadan saklayacak donanımları henüz yoktu.

İnsan Faktörü

 Uzun yol gemicilerinin meslek hastalığı olarak görülen iskorbüt hastalığı gemicileri önce elden ayaktan düşürüp gemide işe yaramaz hale getiriyor sonra da özellikle damak şişmesine ve diş dökülmesine yol açarak yemek yiyemez duruma getiriyor ve sonunda ölümlerine neden oluyordu. Bu hastalığı ve tedavisini Eski Mısırlılar biliyordu. Hipokrat da bu hastalığı ve tedavisini tarif etmişti.

İnsan vücudu ihtiyaç duyduğu C vitaminini kendisi üretemediği için bu vitamini, az miktarlarda da olsa sürekli almak zorundadır. Doğu dünyasının denizcileri bu kavramsal açıklamalardan habersizdi, ama tecrübeleri sayesinde iskorbüte yakalanmıyor, yakalananları da hemen tedavi edebiliyorlardı. Tedavi ise çok kolaydı. Her gün bir portakal yiyen hasta genellikle bir hafa içinde iyileşiyordu. Batı dünyası bu bilgiye sahip değildi ve çeşitli vesilelerle bu bilgiyle karşılaşmış olsa da bu bilgiyi kullanıma sokamamıştı.

Denizaşırı keşiflere soyunan Batı dünyasının önündeki ikinci büyük engel işte bu iskorbüt hastalığıydı.

İlk Büyük Yalan

Papa Dünya denizlerini ikiye ayırmış ve sanki dünyada başka ülke yokmuş gibi, Doğu denizlerinde ticaret yapma ayrıcalığını Portekiz’e, Batı denizlerini de İspanya’ya vermişti. Baharat Adaları’nın doğuda olduğunu düşünürsek sanki İspanya Krallığı Doğu’nun zenginliklerine ulaşmak için kendine batıdan geçen yeni bir yol bulmak zorunda gibi hissediyordu.

Bu deniz yolunu bulmak için yapılacak keşif gezisine izni ve yetkiyi İspanya Sarayı verecekti, ama masallarda anlatılanların aksine sarayların böyle büyük masrafları karşılayacak paraları genellikle olmazdı. Parayı verip finansal riske girecek olan yatırımcıların da böyle bir keşif sonunda paralarını misliyle geri alacaklarına ikna olması gerekiyordu.

İkna işini yapacak olan aktörümüz, birinci perdenin başkahramanı, Kristof Kolomb burada sahneye girer.

Kristof Kolomb, İtalyan haritalarında kullanılan uzaklık birimi ile Arap haritalarında kullanılan uzaklık birimi sanki aynıymış gibi Dünya’nın çevresini bilinenden daha az gösterir. Bu yetmiyormuş gibi Avrasya kara kitlesinin büyüklüğünü de olduğundan fazla, Avrupa ve Çin arasındaki deniz yolunu da yalan yanlış hesaplarla çok kısa gösterir. Projeyi inceleyen “dış hakemler” projenin hesaplarının yanlış olduğunu tespit eder, ama biraz da İspanya Krallığı’nın hevesini göz önüne alarak “bu deniz yolunu bulmanın zamanı geldiyse, Tanrı’nın arzusuna karşı koymamak gerekir” diyerek olumlu rapor verirler.

Eğer Avrupa ile Çin arasında Amerika kıtası olmasaydı yukardaki hikâyenin sonu “bir zamanlar dolandırıcının biri İspanya Krallığı’nı kandırıp Hindistan yolunu bulacağım diye yola çıkmış, bir daha kendisinden haber alınamamış” diye bitecekti. Fakat bazen gerçekten Allah’ın başka planları oluyor!

İlk Büyük Keşif

Kristof Kolomb’un başındaki tek dert attığı yalanı daha ne kadar sürdürebileceği değildi. Son derece isteksiz olan ve bir bilinmeze doğru gitmekten hiç de hoşnut olmayan adamlarını kontrol altında tutmak ve motive etmek gibi bir problemle de karşı karşıyaydı.

Bu yüzden Kolomb iki ayrı seyir defteri tutmuştur. Diğer kaptanların da okuyacağı deftere her şeyin planlandığı gibi gittiğini, olayların tamamen kendi kontrolü altında olduğunu yazmıştır. Denizde onca zaman geçirmiş olmalarına rağmen hâlâ istedikleri an İspanya’ya dönecek uzaklıktan ileri gitmediklerini yazmıştır. Hepsi yalandı!

Gemiler geri dönemeyecekleri noktayı çoktan geçmişti ve Dünya’nın neresinde oldukları hakkında Kolomb’un dahi bir fikri yoktu. Üstelik pusulanın gösterdiği kuzeyle Kutup Yıldızı’nın gösterdiği kuzey arasında da gün geçtikçe bir fark oluşmaya başlamıştı ve bu Kolomb’u çok rahatsız ediyordu.

Bu sapma Dünya’nın manyetik kutbuyla coğrafi kutbunun aynı olmayışından kaynaklanan ve Kolomb’un zamanında bile bilinen teknik bir olaydır. Kolomb’un bu kaygılarını, tarihe bırakmak için yazdığı ve kimseye göstermediği özel seyir defterinden öğreniyoruz.

Kafiledeki diğer kaptanlar da pusula sapmasını fark etmeye başlayınca Kolomb bu konuyu bildiğini ve nedeninin Kutup Yıldızı’nın yer değiştirmesi olduğunu söyledi. Her şey kontrolü altındaydı. İspanya’dan henüz çok uzaklaşmamışlardı. Hesaplarına göre kara çok yakındı. Geri dönmelerine gerek yoktu.

Koskoca İspanya Sarayı’nı kandırmış karizmatik bir kaptanın emri altında olan gemicileri kandırması ne kadar zor olabilirdi ki!

Oysa yanlış olduğunu bildiği kendi hesaplarına göre daha yolun yarısında bile değillerdi ve pusula sapmaya devam ediyordu.

12 Ekim 1492’de sabaha karşı kara göründüğünde herkes büyük sevinç yaşarken koca kaptanın “nereden çıktı bu kara şimdi” diye düşündüğünü tahmin etmek zor değil.

Sonsuzluğa Bırakılan Bir Çığlık

Kristof Kolomb yaşadığı sürece yeni bir kıta keşfettiğini hiç itiraf etmemiş, ısrarla vardığı kıyıların Hindistan kıyıları olduğunu söylemiştir. Bunu Kolomb’un saflığına bağlamadan önce, yola çıkarken İspanya Sarayı’na yaptığı açıklamaların yanlış olduğunu itiraf etmesi durumunda başına gelebilecekleri düşünmüş olabileceğini de hesaba katmak gerekir.

Nitekim Kolomb, Amerika kıtasını keşfettiği bu ilk gezisinden dönerken gemiler şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Kristof Kolomb insanlık yeni bir kıta keşfettiğini öğrenmeden önce öleceğinden korkup tahta bir varilin içine yolculuğunun ayrıntılarını ve keşfini anlattığı bir mektup koyar ve Atlantik’e bırakır. Sonsuzluğa atılmış bir “beni unutmayın” çığlığıdır bu. Kolomb’un varili henüz bulunmuş değil. Atlantik kıyılarına yolunuz düşerse gözünüzü dört açın.

Gül, Adı Başka Olsa da Yine Güzel Kokardı

Kolomb Amerika’ya 1492 ile 1503 yılları arasında toplam dört sefer düzenlemiştir. Karayip Adaları’na, Küba’ya ve Güney Amerika’nın kuzey kıyılarına ayak basmış ama Kuzey Amerika kıyılarına hiç çıkmamıştır. Keşfettiği bu kıtaya onun adının verilmeyişinin bir açıklaması da bu olabilir.

Zaten bilimde buluşlara isim vermenin genelde hiçbir mantığı yoktur. Şöyle ki;

1850’lerde topografik bir araştırma sırasında Hindistan’ın kuzeyindeki en yüksek beş dağa yükseklik sırasına göre, en yükseğinden başlayarak K1, K2, K3 , K4 ve K5 adları verilir. Daha sonra bu dağların aslında yerel dillerde başka adları olduğu ortaya çıkar. Zaten K1 de en yüksek dağ değildir.

1950’lerde K2 diye bilinen dağa ilk defa tırmanılır. Tırmanışı gerçekleştiren ekip İtalyan olduğu için konu Avrupa basınında geniş yer tutar. Bu sırada dünyadan bihaber, kendi aralarında seminer yapan bir grup matematikçi verdikleri bir kahve molası sırasında etrafta bir şeylerin döndüğünü fark edip “ne oldu” diye sorar. Konunun bir tırmanış olduğunu öğrenince de bunca tantananın bir tırmanış için mi yapıldığını sorarlar. Matematikçilere dağların tırmanış zorluğuna göre -en zoru K5 olmak üzere K1, K2 gibi- sınıflandırıldığı, İtalyan ekibin de K2 zorluğunda bir dağa çıkarak büyük bir başarı elde ettiği anlatılır. Onlar da “bu dağın zorluğu K2 ise o zaman bizim bu seminerde anlamaya çalıştığımız şeyin zorluğu K3 olur” derler. Matematikteki K3 yüzeylerinin ismi işte böyle rastlantılar sonucu konur. Hikâye burada bitmez; “bu K3 adı nereden geldi” diye soran ve bu seminerlere parasal destek veren bürokratlara da “Bu konuya önemli katkılar yapan üç matematikçi var, üçünün de adı K ile başlıyor. O yüzden K3 dedik.” diye rapor verilir.

Kolomb’un keşfettiği kıtaya neden Kolombiya demediğimizi sormazsınız artık…

Ve Ara

Oyun aralarında çalınan müzik sizi, birinci perdenin havasından çıkmadan ikinci perdede olacak olaylara hazırlamayı hedefler. Yıllar önce Warren Beatty Kızıllar filmini piyasaya sürdüğünde, üç saatlik bu filmin arasında Mahler senfonileri çalınmasını şart koşmuştu. Zaten filmin ilk yarısında dayak yemişten beter olmuş izleyiciler Mahler’in müziğine çarpmış, ikinci yarı gongunu duyunca doludan kaçarcasına yerlerine koşarlardı.

Bizim oyunumuzun ara müziğini de Portekizli denizcilerin Afrika kıyılarındaki keşifleri oluşturuyor. İkinci yarıyı daha iyi anlamak için Afrika’nın Bojador Burnu’na gidiyoruz. Bugün haritalarda arasanız bulamayacağınız bu burun Portekizli gemicilerin korkulu rüyasıydı. Baharat Adaları’na ulaşmak üzere Afrika’nın güneyinden dolaşma planını uygulamak için önce Afrika’nın güneyine ulaşmak gerekiyordu ama daha yolun başındaki Bojador Burnu, bugün anlamakta zorluk çektiğimiz nedenlerden dolayı geçilemiyordu.

Portekiz Kralı kışlık sarayına tüm ünlü denizcileri ve bilim insanlarını toplayıp bu burnu nasıl geçecekleri konusunda fikir alışverişinde bulundu. Bu “çalıştayın” sonucu olarak kısa süre sonra Portekizliler bu burnu geçti ve Afrika’nın güneyine vardı. Afrika’nın güneyini dolaşıp Hindistan’a ilk giden denizci de Portekizli Vasco de Gama oldu. Kolomb’un Amerika gezileri sürerken, 1497 yılında yapılan bu keşif, çok sayıda denizcinin iskorbütten ölmesine rağmen Portekiz için büyük bir başarıydı. Baharat Adaları ticaretini ellerine geçirmek üzereydiler. İspanya ise hâlâ Amerika kıyılarına gidip gelip buralardan nasıl kâr ederim sorusuna cevap arıyordu.

Bu arada yine bir İspanyol kâşif olan Vasco Nunez de Balboa 1513 yılında Panama Kıstağı’nı karadan geçip bir dağın tepesinden Pasifik Denizi’ni gördü ve Baharat Adaları’na gidilecekse o koca denize bir yerden ulaşmak gerektiğini fark etti. Vasco Nunez’in bu müthiş heyecanını Stefan Zweig İnsanın Yıldızının Parladığı Anlar adlı deneme kitabının Ölmezliğe Sığınış başlıklı kısmında anlatır.

Artık İspanya yeni bir büyük yalana daha kanmaya hazırdır. Bu yalanı kıvıracak kahramanımız ikinci perdede ortaya çıkacak…

İkinci perde derginin bir sonraki sayısında… ne de olsa işimiz “merak” …

KAYNAK

  1. S.Sertöz, Prof.Dr.,BTD,48-55,Ankara, 03-2016
  2. BTD,73, Ankara, 09-2019

İlginizi Çekebilecekler